Şehir Efsaneleri-Kız Kulesi Efsanesi-Ferhat ile Şirin-Akdamar Efsanesi-Mardin Şahmeran Efsanesi-Marmara Denizindeki Canavar-Kurşun kalem Nasıl Bulunmuş


REKLAMLAR




Ekleyen: soruca | Okunma Sayısı: 3701

 

 

Kız Kulesi Efsanesi

     Kızkulesi Adası, Kubadabad Saltanat Kentinin haremliğiymiş. Ada da çevresi sularla çevrili bir kale ile, birbirinden güzel köşklerin ortasında yüksek bir kule varmış.
     İşte bu kölede cariyeleri ile birlikte Selçuklu Sultanının güzeller güzeli biricik kızı yaşarmış .
     Sultan, düşünde (başka bir rivayete göre falında) sevgili kızının yılan sokması sonucu öleceğini görmüş. Yaptırdığı ve Kaleye ve içinde kuleye kızını bunun için kapatmış. Öyle ki, kuleye yılan girmesinde diye beton borularla Anasmaslar’dan Adaya su ve süt akıtılmış. (Anılan iki sıra beton boruların kalıntıları günümüze kadar gelmiştir.)
     Böylece yıllar yılları kovalamış ve günlerden bir gün güzel Sultan ateşlere düşüp hastalanmış. Ülkenin en ünlü hekimleri zor bulmuşlar devasını. Sevgili Sultan yeniden sağlığına, mutluluğuna kavuşmuş. İyileşmesini kutlamak için armağanlar yağmaya başlamış kuleye. Yaşlı bir köylü kadında bir sepet üzüm getirmiş. Meğer üzümlerin içinde bir küçük yılan varmış.
Yılan o gece uykuya dalan güzel Sultanı sokup öldürmüş.

Ferhat ile Şirin

     Ferhat, nakkaşlık yapan, Şirin’e sevdalı yiğit bir delikanlıdır. Saraylar süsler, fırçasından dökülen zarafetin Şirin’e olan duygularının ifadesi olduğu söylenir.

    Amasya Sultanı Mehmene Banu’ya, kız kardeşi Şirin için, dünürcü gönderir Ferhat. Sultan Şirin’i vermek istemediği için olmayacak bir iş ister delikanlıdan. “ Şehir’e suyu getir, Şirin’i vereyim” der, demesine de su, Şahinkayası denen uzak mı uzak bir yerdedir.

    Ferhat’ın gönlündeki Şirin aşkı bu zorluğu dinler mi? Alır külüngü eline, vurur kayaların böğrüne böğrüne. Kayalar yarılır, yol verir suya. Zaman geçtikçe açılan kayalardan gelen suyun sesi işitilir sanki şehirde.

    Mehmene Banu, bakar ki kız kardeşi elden gidecek, sinsice planlar kurarak bir cadı buldurur, yollar Ferhat’a. Su kanallarını takip edip, külüngün sesini dinleyerek Ferhat’a ulaşır. Ferhat’ın dağları delen külüngünün sesi cadıyı korkutur korkutmasına da, acı acı güler sonra da. “Ne vurursan kayalara böyle hırsla, Şirin’in öldü. Bak sana helvasını getirdim” der. Ferhat bu sözlerle beyninden vurulmuşa döner. “Şirin yoksa dünyada yaşamak bana haramdır” der. Elindeki külüngü fırlatır havaya, külüng gelir başının üzerine bütün ağırlığıyla oturur. Ferhat’ın başı döner, dünyası yıkılmıştır zaten “ŞİRİN !” seslenişleri yankılanır kayalarda.

     Ferhat’ın öldüğünü duyan Şirin, koşar kayalıklara bakar ki Ferhat cansız yatıyor. Atar kendini kayalıklardan aşağıya. Cansız vücudu uzanır Ferhat’ın yanına.

     Su gelmiştir, akar bütün coşkusuyla, ama iki seven genç yoktur artık bu dünyada. İkisini de gömerler yan yana. Her mevsim iki mezarda da birer gül bitermiş, sevenlerin anısına, ama iki mezar arasında bir de kara çalı çıkarmış. iki sevgiliyi, iki gülü ayırmak için.

 

 

 

 

 

 

 

 

AKDAMAR EFSANESİ

 

Akdamar Adası, Van'ın Gevaş ilçesi yakınlarında, üzerinde şu anda onarıma muhtaç bir kilise, bu kilisenin duvarlarında çok güzel freskler ve ikonalar bulunmaktadır. Yağmalanmış, hor görülmüş ama hala zamana karşı durmaya çalşıyor. 

Mistik bir güzelliğe sahip Van Gölü daha pelçok efsane ile anılır.

Ah Tamara Efsanesi :Bir zamanlar adadaki kilisede bir rahip varmış, rahibin güzel kızına, sahildeki köyden bir genç, kızı görür ve ona aşık olur. Ama rahip, bu aşka izin vermez ve delikanlının bir daha adaya gelmemesini söyler. Ama aşk iki kıyı arasında gece olunca fener işaretleriyle devam eder.Tamara geceler elindeki fenerle yerini belli eder,sevgilisinin yüzerek yanına gelmesini sağlardı. Bir zaman sonra rahip durumun farkına varır ve fırtınalı bir gecede karşı kıyıya fenerle işaret verir. Fener işiğını gören genç hemen suya dalar, fakat rahip fenerin yerini sürekli değiştirmektedir. Bir süre sonra yorgun düşer. Ne ileri nede geriye dönebilir. O an iki kelime dökülüverir dudakların: Ah, Tamara.

Mardin Şahmeran Efsanesi

Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarinda dogmus bir efsane Sahmeran. Yüzyillardan beri anlatila gelmis çesitli cografyalarda. Özellikle yilanlik bir bölge olan Adana-Misis'te ve Mardin'de. 
Tahmasp isminde uzun boylu, genis omuzlu, esmer tenli, çok yakisikli bir genç yasarmis zamanin durdugu bu sehirde. 
Binlerce yilanin yasadigi bir magaraya yanlislikla girmis Tahmasp. Magaranin içi o kadar karanlikmis ki hiçbir sey göremiyormus, yalnizca etrafinda dolanan yaratiklarin sesini duyuyormus. Çaresizlik içinde beklerken bir isik huzmesi belirmis. Isik huzmesi kendisine yaklastikça gözleri kamasan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafinda gezinen yaratiklarin ne olduguna baktiginda uzunu, kisasi, yesili, siyahi ile envai çesitte binlerce yilanin çevresini sarmis oldugunu fark etmis. Yilanlarin hepsi kafalarin kaldirmis, gelen isik huzmesine dogru bakiyorlarmis. Tahmasp'ta onlarin baktigi yöne dogru bakinca birden dona kalmis. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlik magaranin içinde hayatinda gördügü en güzel kadinin yüzünü görmüs birden. Ona dogru daha dikkatli bakinca kadinin belden asagisinin yilan oldugunu fark etmis. Kadin ona dogru ilerliyormus, tam karsisinda durmus, gülümseyerek elini ona dogru uzatmis. Ve demiski 
Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlik magaranin içinde hayatinda gördügü en güzel kadinin yüzünü görmüs birden. Ona dogru daha dikkatli bakinca kadinin belden asagisinin yilan oldugunu fark etmis. Kadin ona dogru ilerliyormus, tam karsisinda durmus, gülümseyerek elini ona dogru uzatmis. Ve demiski 
— Korkma benden Tahmasp. Ben yilanlar ülkesinin kraliçesi Shmerani. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya basldigindan beri vardi. Kralligima hos geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Simdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konusuruz. Böyle deyip geldigi yoldan geri gitmis. Tahmasp gördükleri karsisinda yasadigi dehseti ve saskinligi üzerinden atmaya çalisarak oldugu yerde kivrilip uyumus. 
Ertesi sabah uyandiginda Sahmerani karsisinda mükellef bir sofranin basinda otururken bulmus. Tahmasp'i kahvaltiya davet etmis Sahmeran. O ise gözlerini Sahmerandan alamiyormus. Sahmeran'da ona bakiyormus kendinden geçmis bir halde. 
Bak Tahmasp demis. Ben insanligin bütün tarihini biliyorum. Istersen sana anlatayim deyip baslamis anlatmaya. Anlatmis, anlatmis, anlatmis günler boyu. Bu sohbetler sirasinda Tahmasp ve Sahmeran arasinda tarihin en soylu asklarinda birisi baslamis. 
Gel zaman git zaman Sahmeranin anlatacagi bir sey kalmamis artik. Tahmasp'ta anasini ve yeryüzünü özlemeye baslamis. Bir gün dayanamamis ve düsüncesini Sahmeran'a da açmis. Sevdiginin kendisinden sikildigini ve artik gitmek istedigini duyunca önceleri kesin bir dille reddetmis Sahmeran. Ancak günler geçip Tahmasp'ın üzüntüsünden eriyip bittigini görünce dayanamamis ve ona söyle demis: 
—Ey Tahmasp beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sende bana ihanet edeceksin ve yerimi diger insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda asklar ölümünedir. Seni çok sevdigimden dolayi üzülmene dayanamiyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun baska insanlarla beraber suya girme. 
Tahmasp sevinçle Sahmerana sarilmis ve ona asla ihanet etmeyecegine dair yeminler etmis. 
Tahmasp magaradan çiktiktan sonra bir köye yerlesmis ve marangozluk yapmaya baslamis. Arada sirada da gizlice magaraya giderek Sahmerani ziyaret ediyormus. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemis. 
Tahmasp'in yaşadigi ülkenin krali bir gün amansiz bir hastaligin pençesine düsmüs. Ülkenin bütün hekimleri gelmis ama kralin hastaligina çare olamamislar. Kralin kötü kalpli bir veziri varmis. Vezir her seferinde krala hastaliginin tek çaresinin Sahmeranda oldugunu söylüyormus. 
Onun etinden bir parça yemesinin kralin hastaliginin dermani olacagini kralin kafasina sokmus. Kralda Sahmeranin bir an önce bulunmasini emretmis. Bütün ülkede Sahmeran aranmis. Sonunda bilge bir adam bütün insanlarin gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasini tavsiye etmis böylece Sahmeranin yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemis. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya baslamis. Askerler Tahmasp'in yasadigi köye de gelmisler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüsler. Tahmasp Sahmerana verdigi sözü hatirlayarak önce gitmek istememis. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuslar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildigini fark etmis. Kendisine bakinca bütün vücudunun yilanlarinki gibi pullarla kaplandigini fark etmis. Askerler hemen Tahmasp'i yakalayarak vezirin huzuruna getirmisler. Kötü kalpli vezirin amaci krali iyilestirmek falan degilmis. Sahmerani yakalayip dünyanin bütün sirlarina sahip olmak istiyormus. Tahmasp'a günlerce iskence yaptiktan sonra Sahmeranin yerini söyletmis. Askerler hemen gidip Tahmasp'in söyledigi yerde magarayi bulmuslar ve Sahmerani oradan çikarip saraya getirmisler. 
Sahmeran ve Tahmasp kralin huzurunda karsi karsiya gelmisler. Sahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp'a dönmüs: 
• Ey sevdigim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canin için ihanet etmedin ama bende sana dememis miydim bu topraklarda asklar ölümünedir diye. Bak simdi anladin mi? Sen üzülme ne olur.. 
Tahmasp Sahmeranin bu sözleri karsisinda daha da utanmis. Sahmeran sözlerine devam etmis. 
• Simdi size sirrimi verecegim. Kim ki benim kuyrugumdan bir parça koparip yerse O bütün dünyanin sirrina ve gizemine vakif olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparip yerse o da o anda öte dünyayi boylayacak. 
Sahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kilici ile atilip Sahmeranin bedenini iki parçaya ayirmis. Ve kuyrugundan bir parça koparmis Tahmasp'ta duydugu aci ve utancin etkisi ile firlayip oracikta ölmek için sevdiginin, Sahmeranin kafasindan bir parça isirivermis. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardigi parçayi agzina atar atmaz oracikta can vermis. Tahmasp'a ise hiçbir sey olmamis Sahmeran son anda yaptigi plani ile bütün bilgisinin sevdigine geçmesine sebep olmus. Ancak Tahmasp sevdigini kaybetmenin acisina dayanamayarak kendisini disari atmis ve dag bayir, ülke ülke dolasmaya baslamis. O günden sonrada Lokman Hekim efsanesi almis basini yürümüs...

 

Fiber optik kabloyu kim bulmuş

High-tech ürünleri çoğunu ya Amerikalılar bulmuştur, ya da Japonlar. Diye, biliriz biz cahil takımı. Aslına bakarsanız adamların bizden yürüttüğü sürü sepet yenilik var. Buz kalıbından jeton yapan güzel insanların aklından şüphesi olan mı var! Mesela fiber optik kabloyu Paşabahçe’de çalışan bi işçinin bulduğundan kaç kişi haberdar?
Paşabahçe Cam Fabrikası’nın hurda cam deposunda taşımacılık yapan Rıfat, kafayı kısa yoldan zengin olmaya takmış. Hayatını hep avantalar üzerine kurmak istiyomuş. Oturduğu gecekondunun elektriği de kaçakmış ama TEKçiler iki de bir gelip kesiyomuşlar elektriği. Bi gün Rıfat depoda otururken aklına bi fikir gelmiş: “Ulan camdan bi kablo yapıp hattı öyle çeksem bu TEKçilerin ruhu bile duymaz. Heriflerin gözünün önünde paşa paşa kullanırım elektriğimi” diyerek hemen harekete geçmiş.

Hurda camlardan kabloyu yapmış yapmasına ama arada hava kaldığından bi türlü elektriği iletmeyi başaramamış Rıfat. Epey bi uğraşmış, olmayınca da projeyi rafa kaldırmış. Cam kablodan da kendine tesbih yapmış.

Aradan bi zaman geçmiş. AT&T firması Paşabahçe’yi Türkiye’de pilot fabrika seçip buraya mühendislerini göndermiş. Gavurlar bi gün depoda çalışırken havada bi ışık huzmesi görmüşler ve dumura uğramış bi şekilde ışık nerden geliyo diye etrafı incelemeye başlamışlar. Bi masanın üstünde de kopuk bi tespih durmaktaymış. Tesbihin bi ucu yere dönük, bi ucu da florasan lambaya bakıyomuş. Üzerindeki taneleri ışık için izole edilen “tesbih kablo” tavandan aldığı ışığı masanın altına iletmekteymiş. E, bunlar koskoca AT&T mühendisi, onlar anlamıycak da kim anlıycak, olayı o an çözmüşler. “Demek ışık böyle de iletibiliyo, o halde bunu geliştirebiliriz” demişler.

Hemmen tesbihin sahibi Rıfat bulunmuş. Bizimkini aldıkları gibi Amerika’ya uçurmuşlar. Patent işlemlerinden sonra tesbih geliştirilip bugünkü fiber optik olayı bulunmuş. Rıfat şu an epey yaşlıymış ama hala AT&T labaratuvarlarında ar-geci olarak çalışıyomuş.

Marmara denizindeki canavar

Gecenin bir yarısı teknelerini limana bağlayaniki balıkçı, Anadol pikaplarına atlayıp evlerinin yolunu tutmuşlar. Yol mezarlık yanından geçiyormuş. Arabayı süren bu mezarlıktan korktuğu için dualar ediyormuş. Diğeri batıl korkuları olmadığından arkadaşıyla dalga geçiyormuş. 

Bu sırada şoför aniden firene asılmış. Çünkü ince bir ağaç enlemesine yola devriliymiş. Şoför ’Ben hayatta inmem’ demiş. Diğeri babayiğit bir adammış, ’Ben tek başıma hallederim’ diyip çıkmış arabadan. Gece karanlığında ince uzun ağaca bakıp: ’Kavak ağacı galiba’ demiş. Yaklaşıp ağacın gövdesine sarılıp da ağacın kabuğunun yumuşak olduğunu ve kımıl kımıl hareket ettiğini hissedince babayiğitlik filan kalmamış taabii aynen tabanları yağlamış.

Arkadaşını dikkatle izleyen şoför ağacın hareketlendiğini ve yukarı doğru kalktığını görünce, karşısındakinin ağaç değil de ben diyim on, sen de yirmi metre boyunda dev bir yılan olduğunu farketmiş. Yılan başını kazdığı mezardan çıkarınca dehşete düşen şoförün saçları o anda bembeyaz kesilmiş. Allahtan karnını mezarda doyurduğu için canavar ne şoföre ne de arkaşına saldırmamış. Denize doğru akıp gitmiş. İki arkadaş perişan halde köylerine dönmüşler. 

Sonradan köyün yaşlılarından yılanın Marmara denizinde yaşayan ve denize yakın mezarlardaki, yeni gömülen ölüleri yiyerek yaşayan bir canavar olduğunu öğrenmişler. Anlattıklarına göre daha önceleri yılanın çok aç kaldığında balıkçı teknelerine dahi saldırdığı olurmuş. O zamanlarda Yalova ve Kumla’da da ortaya çıkarmış. Marmara Canavarı’yla karşılaşan herkes söz birliği etmişcesine yılanın bir kavak ağacı boyu ve eninde olduğunu söylermiş. Ama yıllardır Marmara Canavarı’nı gören olmamış. 

İkiz kulelerin yıkıldığı gün ofisteymiş

İkiz Kuleler’de çalışan adamlardan biri 11 Eylül sabahı her zamanki gibi sabahın kör vakti kalkmış. Ayaküstü kahvaltısını yapıp karısını öpmüş ve Manhattan’a doğru yola çıkmış. Yolda acaip bir trafik varmış. Arabalar kağnı hızıyla ilerliyormuş. Kafası bozulmuş, hazır trafik sıkışık sevgilime uğrayayım diye düşünmüş. İlk çıkıştan otoyolu terketmiş.

Hızla sevgilisinin evine gitmiş. Bu arada cep telefonunu kapatmış. Sıkıcı başlayan gününü eğlenceli hale getirmiş adamımız. Saat 10 civarında, sevgilisinin evinden çıkmış. Arabasına binerken cep telefonunu açmış. Açar açmaz telefonu çalmış. Avaz avaz bağıran karısı, ’Hangi cehennemdesin sen? Bir saattir sana ulaşmaya çalışıyorum. Meraktan deliye döndüm’ diye bağırmış. Adam dünyadan habersiz yanıtlamış: ’Nerede olabilirim? Ofisimdeyim tabii’.

 

Kainatın haritası insan beyni olarak çıkmış

NASA’da bir grup bilimadamı uzun çalışmalar sonrasında kainatın haritasını çıkarmayı başarmışlar. Sonra bilmem kaç milyonda bire kadar küçültülmüşler bu haritayı. Bu büyük bir başarıymış. Harita NASA’nın giriş salonunda koca bir duvara asılmış.

Günlerden birgün çeşitli üniversitelerin değişik dallarında uzman bilimadamlarından oluşan bir heyet NASA’yı ziyarete gelmiş. Heyetteki uzmanlardan tıp alanında çalışan bir profesör haritayı görür görmez ’Oh my God!’ diye çığlık atmış. Misafirlere mihmandarlık yapan NASA uzmanı ve diğer misafirler hep bir ağızdan ’Ne oldu?’ diye sormuşlar. Tıp profesörü ’Olamaz, olamaz’ diye sayıklıyormuş. Biraz sakinleşince haritayı hazırlayan ekibin başkanıyla görüşmek istemiş.

Tıp profesörünü ekibin başkanı olan astronomun odasına götürmüşler. Profesör odaya girer girmez: ’Üstad, anlatmakla olmaz. Gözlerinizle görmelisiniz’ diyerek adamın kolundan tuttuğu gibi kendi üniversitesine götürmüş.

Üniversitenin giriş holündeki büyük resmi görünce bu kez astronom ’Oh my God! Olamaz’ diye bağırmış. Çünkü duvardaki resim NASA’nın uzun çalışmalar sonucu elde ettiği kainat haritasının aynısıymış. Astronom, profesöre ’Bu... bu nasıl olur? Siz doktorlar kainat haritasını nasıl çıkardınız?’ diye feryat edince, profesör ’Bu kainat haritası değil. İnsan beyin zarının büyütülmüş resmi’ demiş.

 

 

 

 

 

 

 

Japonlar nasıl gelişmiş

’Bu Japonlar niye sürekli fotoğraf çekerek gezerler’ diye merak ederiz ya, meğer bu olayın aslı sandığımızdan çok başkaymış. Her Japon’un yılda 2 kez yurtdışına çıkması mecburiymiş. Bunu bilmeyen yok zaten. Ancak Japonlar’ın gittikleri her ülkede fotoğraf çekmeleri de zorunluymuş!

Yüzbinlerce insanın çektiği milyonlarca fotoğraf, devletin sırf bunun için kurulmuş bi biriminde incelenip arşivleniyomuş. Meğer adamlar giyimden kuşama, alet edavattan binalara kadar her şeyin fotoğrafını çekip son trendleri, eksikleri gedikleri inceleyerek ona göre teknoloji üretiyolarmış. Vay beee! Japon bu, korkulur valla!

Kurşun kalem nasıl bulunmuş

1960’lı yıllarda ABD ile Sovyetler Birliği uzaya insanlı araç gönderen ilk ülke olma yarışı içindeydiler. Teknolojileri o yıllarda bir birine çok yakınmış. Bu nedenle iki ülkenin yürüttüğü proje hemen hemen aynı zamanda bitecekmiş. Bilimadamları zamana karşı bir yarış içindeymişler. Fakat yoğun çalışmalar sırasında Amerikalı bilim adamları, akıllarına daha önce hiç gelmeyen bir sorunlar karşılaşmışlar.

Yerçekimsiz ortamda astronotların not tutmak için kullandığı tükenmez kalemlerin mürekkebi, kalemin üstünde birikiyor ve yazı yazılamıyormuş. O yıllarda bilgisayarlar bu kadar küçük boyutlarda olmadığından, kağıda not almak kaçınılmazmış. Bu sorunu gidermek için, projeyi geciktirmek pahasına, NASA binlerce dolar harcayıp uzayda yazabilen bir kalem geliştirmişler.

Diğer yanda, neredeyse aynı zamanlarda Rus bilim adamları da aynı sorunu farketmiş. Ancak onlar sorunu çok daha çabuk ve ucuza çözmüşler. Yörüngeye çıkacak olan Yuri Gagarin’in eline bir kurşun kalem tutuşturmuşlar.

Böylece uzaya insan gönderen ilk ülke Sovyetler Birliği olmuş. NASA, bu onuru elde edememenin böylesi aptalca bir sebepten kaynaklandığını kamu oyuna açıklamaya korkmuş. Bu tarihi ayıp yıllardır gizli tutuluyormuş.


REKLAMLAR


Sitemiz, hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. Sitemiz, 5651 sayılı yasada tanımlanan yer sağlayıcı olarak hizmet vermektedir. İlgili yasaya göre, site yönetiminin hukuka aykırı içerikleri kontrol etme yükümlülüğü yoktur. Bu nedenle, sitemiz uyar ve kaldır prensibini benimsemiştir. Telif hakkına konu olan eserlerin yasal olmayan bir biçimde paylaşıldığını ve yasal haklarının çiğnendiğini düşünen hak sahipleri veya meslek birlikleri, sorucam@gmail.com mail adresinden bize ulaşabilirler. Şikayet yerinde görüldüğü takdirde ihlal olduğu düşünülen içerikler sitemizden kaldırılacaktır. Sitemiz hiçbir şekilde kar amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.