5.Sınıf Türkçe Deyimlerin Öyküleri ve Anlamları


REKLAMLAR




Ekleyen: soruca | Okunma Sayısı: 66729

 

Deyimlerin Öyküleri

 

 

 

İPE UN SERMEK


Kendisinden bir hizmet beklenen veya verilen görevi yerine getirmesi umulan kişilerin çeşitli bahaneler öne sürerek yavaş davranmaları yahut işin yapılmasına engel olmamaları hâlinde söylenen bu deyim Nasreddin Hoca’ya atfedilen bir hikayeden kaynaklanır.Rivayete göre Hoca merhumun bir komşusu varmış.Ödünç aldığı eşya yahut araç gereci geri getirmekte ihmal kâr davranır,unutturabilirse hiç geri getirmez,yahut o kadar hoyrat kullanırmış ki,ne alırsa bozuk.kırık,delik,kopuk,sakat olarak iade edermiş.



“İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK

Giyim kuş*** özen göstermiş.şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar hakkında sık sık “iki dirhem bir çekirdek ” sözü kullanılır.Bu yakıştırma,ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden kalmalıdır.Belki biliyorsunuz,bir okka, bu günkü ölçülerle 1283 gram tutar.
Okkanın dört yüzde birine dirhem adı verilir.Dirhem,daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir ölçüdür.Ancak sarraflar dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar.

ABAYI YAKMAK


Aba,dövmek yünden değişik kalınlıklarda yapılan bir tür kumaşın adı olup genellikle beyaz renkte imal edilir.Siyah renklisine ise kebe denir.
Bu cins kumaşın kullanıldığı pek çok yer olmakla beraber aba denilince genellikle dervişlerin giydiği hırka anlaşılır.Vücudun tamamını örtecek kadar geniş ve uzun yakasız ve yensiz dikilen abanın özelliği, düğmesiz olup kuşak ile kullanılmasıdır.
Abanın tekke mensupları ve tasavvuf ehli olanlar yanın da diğer insanlar tarafından da kullanılan bir giyecek olması,aba hakkında dilimize pek çok deyim ve atasözü kazandırmıştır.
Abalı:Fakir,kimsesiz.
Abacı:(Mecazen) Hazıra konmayı seven,bedavacı.
Abası kırk yerinden yamalı:Yırtık pırtık giyecek kadar fakir.
Alaca abalı:Hırkası yamalıklarla dolu olacak kadar fakir.
Abaya bürünmek:Tasavvuf yoluna girmek.
Başını abaya çekmek:(Mecazen) Ölmek.
Aba da bir kaba da bir giyene (Güzel de bir çirkin de bir sevene):İnandığı şey adına her şeyi hoş gören;inceleyip sık dokumayan,meşrebince yaşamak için başkalarının ayıplamalarını hiçe sayan
Aba vakti yaba; vakti aba (olmaz):Her iş uygun bir araç veya yol yordam mevcuttur.(Yaba,harmanda ekin savurmaya yarayan dört çatallı tırmık çeşidi olup aba giymiş bir insan tarafından kullanılması zordur.
Abanın kadri yağmurda bilinir:Aba insanı yağmurdan kurduğu gibi abaya bürünen insanlar da belâ yağmurlarından korunur (muş diye rivayet olunuyor!)
Aba yeninden yıldız gösterir:Maddi zenginlik veya manevi kudret ile dileyeni muradına erdirecek kudrete sahip kişileri anlatır.
Bir aba var atarım; nerde olsa yatarım:Gezginci dervişlerin halini anlatan bu söz,taşa toprağa,oduna tahtaya,çula çaputa ehemmiyet vermeyen kişilere özgü anlayışın ifadesi olup gönül zenginliğini anlatır.
Zeyl: Aba ile alâkalı olarak üç deyim daha kaldı.Tam da zamanımızı anlatıyorlar:Birincisini “Vur abalıya!”diye kullanıyorlar.İkincisine “Aba altından sopa göstermek ” diyorlar ki derviş geçinme iddiasında iken dervişliğe yakışmayan işler yapmaktan kinaye olarak “çok masum gibi görünüp de zorbalığa soyunma ” yı karşılıyor.


ADIN DEFTERE GEÇTİ

Dilimizde, hak etmediği halde bir makamın yetkilerini kullanarak üst perdeden konuşan,yahut önemsiz bir başarısı üzerine “bir yumurta bin bir gıdgıdak ” ortalığı velveleye verenler hakkında söylenen bir deyim vardır: Anır eşeğim anır,adın deftere geçti.Deyimin ilginç bir hikâyesi var.

Osman Çizmeciler ’ in Ünlü Deyimler ve Öyküleri ( İstanbul 1989)adlı çalışmasından naklen anlatım:Tarihimizdeki ilk istatistik Tanzimat yılarında yapılmış.

AFYONU PATLATMAK

Eski tiryakiler ramazanda afyonu macun haline getirir ve mercimek büyüklüğünde toplar her sahurda iki üç tane yutarlarmış.ancak her bir macunu sırasıyla bir,iki,üç kat kâğıtlara sarmayı da ihmâl etmezlermiş.
Böylece kâğıt mide özsuyunda eriyince macun midede dağılır ve bir kaç saatliğine keyif devam edermiş.Tabii iki kat kâğıda sarılan macun bir kaç saat sonra,üç kat kâğıda sarılı macun da onu takiben kana karışınca tiryaki iftara kadar rahat etmiş oluverir.

ALİ KIRAN BAŞ KESEN

Külhanbeyi ağzında “Ali kıran baş kesen ” diye bir deyim vardır.Bıçkın ve acımasız serseriler hakkında kullanılır.Bu deyim aslında “Dal kıran baş keser” atasözünden galattır.
Atalarımızın insanları ağaç ve bitki sevgisine teşvik için dal kıranın baş kesmiş kadar suçlu olduğunu belirtmeleri eskiden beri Türk-İslam töresinde ağaç ve bitki hukukunun derinliğini gösterir. Fatih’ affedilen “Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim.

ATI ALAN ÜSKÜDAR’I GEÇTİ

Bolu Beyi’ne baş kaldıran ünlü eşkıya Köroğlu (şair Köroğlu ile karıştırılmasın) bir gün atını çaldırmış. Asil bir hayvan olan atını aramak için tebdil-i kıyafet ile diyar diyar dolaşmış ve sonun da yolu İstanbul’a düşmüş.Atını,satılmak üzere pazara getirilen hayvanlar arasında görünce hemen alıcı rolün bürünüp,efendi, demiş, bu at güzele benziyor.

AVUCUNU YALAMAK

Umduğumuz bir nimet ele girmediği zamanlarda söylenilen bu deyim,eskiden kadınlar arasında yaygın iken bilâhare çıkış noktası unutulup erkekler tarafından da kullanılır olmuştur.Eskiden hamile kadınların aşerme (aş yermek)dönemleri ile bebekli hanımların süt dönmelerinde canları çekip de ulaşmadıkları bir şey olursa göğüslerinin şişeceği veya sütlerinin kesileceğine dair bir inanış mevcutmuş.

BAĞDAT GİBİ DİYAR OLMAZ

Dilimizdeki “Ana gibi yâr,olmaz;Bağdat gibi diyar olmaz.”sözünün asıl muhtemelen “Ana gibi yar;Bağdat gibi diyar olmaz.”Çünkü sözün aslındaki Ana kelimesi,Bağdat yakınlarındaki sarp bir uçurumun kuşattığı dik bir geçidin adıdır. Bağdat gibi (güzel)şehir,Ana gibi de (sarp,ama manzaralı) yar (uçurum) olmaz,demeye gelir.

SAMAN ALTINDAN SU YÜRÜTMEK

Vaktiyle bir ova köyünde köylüler tarlalarını sulamak için,ırmağın suyunu nöbetleşe kullanmak üzere anlamışlar.Irmak boyun da bulunan tarlalar açılan kanallar vasıtasıyla sıra ile sulanıyor,herkes ziraatıyla meşgul oluyormuş.Köyün açıkgözlerinden birisi,daha fazla su alabilmek için tarlasında derin ama ince bir kanal kazıp ırmaktan su çalmayı aklına koymuş.Kanalı gizleme maksadıyla da üzerini çalı çırpı ve taşlarla örtüp araziye uydurmuş.

ZERDEYLE ZIRVA

Şair fodul kelimesinin “faziletli” veya tam zaddı olan ” hiç bir şeye yaramaz ” anlamlarıyla;fodalayı ise “fazilet sahipleri” ve “fodla” manâlarıyla tevriyeli(her iki anlamı da beyte uygun) kullanıyor.İkinci dizedeki zerde malum tatlının adıdır.Zırva ise yine zerdeye benzeyen bir tür tatlıdır. İmaretlerde pişirilen zırvalar önceleri incir,üzüm,hurma,şeker ve pirinçten yapılırmış.Sonra sonra sadece pirinç kullanılarak lapamsı bir tür pilava dönüşmüş ve üzerine şeker ekilerek yenilir olmuş.

TEKEDEN TELEME ÇALMAK

İmkânsızı denemeye veya yapmaya çalışanlar hakkında veya uygunsuz, dayanaksız ve saçma sapan saldırılar karşısında söylenen bu deyimin kökeni Türkmen aşiretlerinin hayvancılık geleneğine dayanır.
Bilindiği gibi teke,keçenin erkeğine verilen addır ve sütü sağılmaz.Oysa keçi sütünden pek çok gıda maddesi üretilebilir.Bunlardan biride telemedir.Teleme,muhallebi kıvamında yumuşak,tuzsuz,yoğurda benzer bir yiyecektir.Besleyici özelliği ve lezzeti damak zevkine hitap eder.


TEMİZE HAVALE ETMEK

Argoda ve külhanbeyi ağzında “öldürmek, kısa yoldan işi bitirmek ” anl*** gelen bu deyimin temize havale olundu şekilde kullanılır.Buradaki temiz kelimesi muhtemelen “temyiz” olmalıdır. Temyiz,bilindiği gibi haklıyı haksızdan ayırmak ,doğru ile yanlışı ayırt etmek gibi anlamlara gelir ve hukukta bir üst mahkeme olarak kurulmuş mahkemelere denir.

SEBİLHANE BARDAĞI

Büyük yerleşim merkezlerinin işlek caddelerinde ve büyük camilerin avlularında yer alan sebilhanelerin pencereleri önünde gelip geçenlerin ücretsiz su,ayran,şerbet(kış mevsiminde salep,süt vb.)içmeleri için sıra sıra bardaklar bulundurulması âdettendir.Keza cami çıkışlarında ve sebil önlerinde yoksulların ve dilencilerin sıra olup beklemelerine de sık sık rastlandığından bunların acınacak halde dizilmeleri sebilhane bardaklarının dizilmelerine benzetilmiş ve sıra sıra duran kişiler hakkında sebil hane bardağı gibi (dizilmek)deyimi kullanılır olmuştur.

SIRRA KADEM BASMAK

Sır gizli şey demektir.Tasavvuf çevrelerinde ve özellikle Mevlevilikte bu kelimenin sırlamak şeklinde fiil yapılmış hali sıkça kullanılır.Sırlamak, “kapmak,örtmek ses ve hava akımına müsaade etmeyecek derecede bir yere gizlemek” anl*** gelir.Nitekim Mevleviler kapıyı yahut pencere kapa yerine, “sırla,sırret” derler.Sıralamak ve sıralanmak ise gömülmek, ölünün gömülmesi anl*** da kullanılır.

MUHAVERE-İ TEBABÜLİYE


Efsaneye göre Nuh’un torunları gök yüzüne tırmanmak için birçok kattan meydan gelen ve son katı tapınak olarak düzenlenen bir kule yapmışlar.Gökyüzünü hakimiyeti altına almak isteyen insanın kendini beğenmişlik ve nefesine güvenini simgeleyen bu kule hakkında Tevrat ve İncil ile Yunan mitolojisinde de değişik varyantlar vardır.
Her kafadan bir sesin çıktığı,kalabalık bir mekânda meclis adabını çiğneyerek ikişer kişinin birbirleriyle lafladığı ve seslerin bir uğultuya dönüştüğü durumlar tam da muhavere-i Tebabüliye sayılır.

MUSUL ÇEŞMESİNDE SU İÇMEK

Musul’da Yunus Nebi zamanından kalma bir çeşme varmış.Suyundan içen mahsumlara şifa, zalimlere zehir olurmuş.Ne zaman şehre bir zalim vali gönderilse,halk bir müddet sonra onu götürüp bu çeşmeden su içirirler ve bir kaç günde göçürterek zulmünden kurtulurlarmış.Musul’un zarif kişi zadeleri arasında zalimlere karşı ”İçtiğin Yunus Nebi çeşmesi ola!”demek bir darbı mesel olmuş.

KAŞ YAPARKEN GÖZ ÇIKARMAK


Masumane işlemiş bazı hatalar vardır;hani birisine iyilik yapayım derken zararı dokunmak,iltifat edeyim derken karşısındakini gülünç duruma sokmak, saygı göstereyim derken aşağılamak gibi.Tamamen iyi niyete bağlı bu tür hatalar için dilimizde “kaş yaparken göz çıkarmak ” denir.Resmi tatilin *****a günleri yapıldığı eski toplumumuz da düğünler de bu güne rast getirilir ve Perşembe akşamından da gelin hanım süslenirmiş. Kuaförlerin,güzellik salonlarının,moda evlerinin bulunmadığı o zamanlarda gelini süsleyen hanımlara meşşata,kalemkâr veya yüz yazıcı, bu faaliyete de koltuk merasimi denilmiş.

KABAK TADI VERMEK

Genç ve şehirli nesil, bu cümlemizden hiç bir şey anlamayacaktır eminim. Zira onlar kabağı,neuzübilleh ağaçta yetişir sanırlar.
Hele kabağın çeşitleri olduğuna dair hiç akıl yormamışlardır.sofrada tatlı tatlı yedikleri kabağın “bal kabağı” olduğunu kara kabaktan nefis börek ve bükmeler yapıldığını düşünmemişlerdir hiç.Bu durumda tabii ki su kabağının ne menem bir şey olduğunu da onlara tarif etmek gerekir.Efendim,su kabağı,bostan cinsinden olup yerde sebze gibi büyüyen,karpuzu andıran kurs’u ucunda da kart hıyar büyüklüğünde boyun kısmı bulunan bir tür sebzenin meyvedir.

İPSİZ SAPSIZ

Şimdi olduğu gibi eskiden de Anadolu’dan İstanbul’a çalışmak üzere adamlar gelir,bunların çoğu da herhangi bir mesleğe sahip olmadıkların dan ya hamallıkla, yahut kazma kürekle çalışarak işe başlarlarmış.Bunların içinden öyleleri olurmuş ki hamallık yapmak için de ne bir kazma veya kürekleri bulunurmuş.
Bir ip veya tutacak bir sap sahibi olmayan bu kişiler için söylenen ipsiz sapsız deyimi de yaramayan adamlar hakkında tahkir anlamında kullanılmıştır.

BAM TELİNE BASMAK

Bâm (em)kelime olarak evin üstü,çatı demektir.Türkçe’de dam olarak kullanılır.Bir musiki terimi olara kullanılan bam telinin orijinal telâffuzu “bem teli” dir. Bem, aslında kanun,tambur gibi sazlara takılan tel demektir.Bem (veya bam)sakalın dudağa en yakın olan kalın teline de derler.
Telli sazların en üstünde bulunduğu ve kalın ses verdiği için bu tele musikide “ bam teli “denilmiştir.Bunun karıştı zir (alt)olup o da en ince teli karşılar (zir ü bem =alt ve üst,ince ve kalın teller).

BEL BAĞLAMAK

Birisine güvenmek bir işe ümit bağlamak yerinde kullanılan bel bağlamak dilimize tarikat ritüelleriyle yansımış bir deyimdir.Sufiler,bir tarikata girmek ve ikrar vermek anlamında bel bağlamak derler. Fetüvvet ehli,kendi halklarına dahil olanlar şedd(yünden dokunmuş kemer)kuşata gelmişlerdir.
Mevlevilikte buna elif nemed (keçeden dokunmuş uzunca kuşak), bektaşilikte de tiğ-bend denilir.Bir kişi tarikata girince beline bağlanan bu kuşak,dervişin, artık o yolun bütün yasaklarını kabul ettiği, bütün emirlerini yerine getireceği anl*** gelir ve bu husus da kuşak kuşatma merasiminde kendisine telkin olunurdu.


İPİN UCU

Sonucu başkalarının kararlarına bağlı olan bir işte umut kesildiği, yahut olumsuz netice alınacağı belli olduğu vakit avamdan insanların dilinden “İpin ucu p.şt elinde” diye bir söz işitilir. Hemen her devirde geçerliliğini koruyan bu ifadenin hikâyesi şöyledir:
Vaktiyle medreseden icazetname alan mollalardan birisi memleketi olan Bursa camilerinden birine imam tayin olunmuş.Vazifeye başladığı hafta ilk *****a hutbesini okuyacak olması kendisini biraz heyecanlandırmış olsa gerek minbere çıkmadan evvel eski arkadaşlarından,kıdemli birisiyle anlaşmış ve,Azizim,demiş,ben minbere çıkarken ayak bileğime bir ip bağlayacağım.

ÇADIRINI BAŞINA YIKMAK

Osmanlı hükümdarları, sefer esasında hareketlerinden ve hizmetlerin den hoşnut olmadıklar vezirlerini azletmek için kaldıkları çadırın direklerini söktürüp başlarına yıktırırlardır.Bu hareket iktidardan düşme manâsına eski Türk geleneklerinde mevcut olup Orta Asya’dan itibaren uygulanmıştır.
Fatih’in,Karman seferi sırasında Mahmud Paşa’nın;Yavuz’un da çaldıran dönüşünde Hersekzade Ahmed Paşa ile Dukaginoğlu Ahmed Paşa’nın çadırlarını başlarına yıktırdıkları meşhurdur.

HAPI YUTMAK

Bir şeyin artık gerçekleşme ihtimali kalmadığı,birisinin başına gelen kötü bir halden dolayı iflah olmaz mecraya girdiği,düzen ve dubaranın bozulup hakikatin ortaya çıktığı,kötülüklerin sona erdiği durumlarda “Artık hapı yuttu,hapı yuttu sayılır…” gibi ifadeler kullanırız. Bu deyim bize Sultan IV.Murad zamanının yadigârıdır.
Sultan Murad’ın kave,müskirat (sarhoş edicimaddeler)ve mükeyyifatı (keyif verici maddeler)yasakladığı dönemde saray casuslarından biri,belki de kıskançlık sebebiyle,hekimbaşı Emir Çelebi,nin yasakları çiğnediği ve afyon kullandığına dair bir ihbarda bulunur.

AVUCUNU YALA

Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın’ anlamında kullanılan bir deyim.)Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır.Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.

AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI

Bir zorluğu çözümlerken, bir engeli ortadan kaldırmaya çalışırken bazen hiç beklenmedik sürpriz olaylar çıkar ve daha büyük engeller karşınıza dikilir. Böyle durumlarda bu deyim kullanılır.)

Deyimin öyküsü Osmanlı tarihine dayanır. Yavuz Sultan Selimin Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra Yemen’de isyan çıkmış, uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma hakim olmuş; Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştı.

Söylentiye göre Sinan Paşanın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar.

Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgarın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış.

Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına:

-Biz Allah’ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, bizim gibi günahkar kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu tanrımız, Kabe’ye hücum eden fil sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim, diyerek arkadaşlarını güldürmüş.

ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMAK

(Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyim.)

19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris’te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş.

-Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.

-Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var.

-Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?

-Ben kunduracıyım, çizme dikerim. deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam,

-Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!

ÇAM DEVİRMEK , POT KIRMAK

(Başkalarını kızdıracak, üzecek, gereksiz, münasebetsiz söz söyleme anlamında bir deyim.)

Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış.

Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş.

Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş.

Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı’ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş:

-Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaptır demiş.

Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış.



DEVLET KUŞU KONMAK

(Deyimin kullanıldığı söz gelişi: Beklenmeyen, büyük, önemli kısmet; şans.)

Bir rivayete göre, vaktiyle İran’da hükümdarlar öldüğü zaman, bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan, adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur, kimin başına konarsa, o adam ülkeye hükümdar olurmuş.

Gerçi tarihte, gerek İsa’dan önce İran’da yaşayan Medler ve Persler, gerek İsa’dan sonra yaşayan kavimler zamanında, böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği yerlere, şans eseri gelenler için, ‘başına devlet kuşu kondu’ denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir sözdür.

 

 

AVUCUNU YALA 

(‘Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın’ anlamında kullanılan bir deyim.)

Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır.

Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.

 

AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI 

(Bir zorluğu çözümlerken, bir engeli ortadan kaldırmaya çalışırken bazen hiç beklenmedik sürpriz olaylar çıkar ve daha büyük engeller karşınıza dikilir. Böyle durumlarda bu deyim kullanılır.)

Deyimin öyküsü Osmanlı tarihine dayanır. Yavuz Sultan Selimin Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra Yemen’de isyan çıkmış, uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma hakim olmuş; Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştı.

Söylentiye göre Sinan Paşanın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar.

Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgarın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış.

Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına:

-Biz Allah’ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, bizim gibi günahkar kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu tanrımız, Kabe’ye hücum eden fil sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim, diyerek arkadaşlarını güldürmüş.

ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMAK

(Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyim.)

19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris’te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş.

-Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.

-Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var.

-Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?

-Ben kunduracıyım, çizme dikerim. deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam,

-Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!

ÇAM DEVİRMEK , POT KIRMAK

(Başkalarını kızdıracak, üzecek, gereksiz, münasebetsiz söz söyleme anlamında bir deyim.)

Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış.

Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş.

Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş.

Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı’ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş:

-Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaptır demiş.

Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış.

DEVLET KUŞU KONMAK

(Deyimin kullanıldığı söz gelişi: Beklenmeyen, büyük, önemli kısmet; şans.)

Bir rivayete göre, vaktiyle İran’da hükümdarlar öldüğü zaman, bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan, adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur, kimin başına konarsa, o adam ülkeye hükümdar olurmuş.

Gerçi tarihte, gerek İsa’dan önce İran’da yaşayan Medler ve Persler, gerek İsa’dan sonra yaşayan kavimler zamanında, böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği yerlere, şans eseri gelenler için, ‘başına devlet kuşu kondu’ denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir sözdür.

AKLA KARAYI SEÇMEK
(Bir işin üstesinden gelene kadar çok zorluk çekmek güçlükle başarmak)
Dinimize göre sabah namazının kılınma vakti güneş doğuncaya kadar geçerlidir. Ortalık ağarmaya başlayıp da ak iplik ile kara iplik birbirinden seçilinceye kadar sabah namazı kılma süresi devam eder. Ağır hastalar bütün gece sancı ve ızdırap içinde kıvranarak uyuyamadıklarından sabahı zor ederler.
AVUCUNU YALA
(‘Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın’ anlamında kullanılan bir deyim.)
Bu deyim kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır.
Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.
AĞZINDAN BAKLAYI ÇIKARMAK
( Sabrı tükenip o zamana kadar söylemediğini söyleyivermek anlamında bir deyim.)
Eski zamanlarda çok küfürbaz bir adam varmış. Memleketin müftüsü bu adamı çağırıp sık sık nasihat edermiş.
Küfür edeceği sırada aklına gelip vazgeçmesi için de ağzında bir bakla tanesi tutmasını önermiş.
Bir gün yine müftü efendi bu adama nasihat ederken münasebetsizin biri içeri girmiş ve müftüye sormuş:
-Müftü efendi sağdıcım öldü. Bana mirasının kaçta kaçı isabet eder?
Canı sıkılan müftü küfürbaza dönmüş:
-Çıkar ağzından şu baklayı da bu herife gerekli cevabı kendi usulüne göre sen ver demiş.
AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI
(Bir zorluğu çözümlerken bir engeli ortadan kaldırmaya çalışırken bazen hiç beklenmedik sürpriz olaylar çıkar ve daha büyük engeller karşınıza dikilir. Böyle durumlarda bu deyim kullanılır.)
Deyimin öyküsü Osmanlı tarihine dayanır. Yavuz Sultan Selimin Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra Yemen’de isyan çıkmış uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma hakim olmuş; Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştı.
Söylentiye göre Sinan Paşanın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar.
Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgarın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek ufak bir tümsek halinde yığılmış.
Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker arkadaşlarına:
-Biz Allah’ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk bizim gibi günahkar kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu tanrımız Kabe’ye hücum eden fil sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim diyerek arkadaşlarını güldürmüş.
İPE UN SERMEK
(İstenilen işi yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmak güç koşullar öne sürmek güçlük çıkarmak anlamında bir deyim.)
Nasreddin Hoca’nın aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük delik kopuk sakat olarak geri getiren bir komşusu Hoca’dan bir gün urgan ister. Hoca da ‘Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi veremeyiz.’ Der. Komşusu güler;’Aman hocam hiç urgan üstüne un durur mu ipe un serilir mi?’ diye sorunca Hoca cevabı yapıştırır. ‘Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca ipe un da serilir elbet.’
FOYASI MEYDANA ÇIKTI
(Aslı astarı araştırıldı hilesi meydana çıktı anlamında bir deyim.)
Kuyumcular süs eşyalarında kullandıkları elmasların arkasına ‘foya’ denilen bir madde sürer ayna gibi ışığı yansıtarak daha çok parlamasını sağlarlar.
Zamanla bu foya dökülür taş da eski parlaklığını yitirir. Buna foyası çıkmış derler. Bunun gibi hilekar kişilerin yalanları ortaya çıkınca aynı deyim kullanılır.
ELİNE SU DÖKEMEZ
(İki kişiyi karşılaştırırken daha önemsiz değersiz yeteneksiz geri gördüğümüz kişi için ‘ötekinin eline su bile dökemez deyimini kullanırız.
Eskiden namaz abdesti alınırken abdest alan kişi bir usta ise çırakları kalfaları Medrese hocası ise mollaları öğretmen ise öğrencileri eline ibrikle su dökerek abdest almasına yardımcı olurlardı.
Böyle önemli bir kişinin eline yolu yordamınca ibrikten su dökmek için o kişiye biraz yakın olmak onun yanında iyi kötü bir yer almış bulunmak gerekirdi. Yoksa her önüne gelenin yapacağı iş değildi.
İşte bu nedenle iki değerli kişi ölçülürken bilgisi yeteneği zekası daha az olan için bu deyim kullanılır.
ATEŞ ALMAĞA MI GELDİN?
(Ziyaretini çok kısa tutan gelir gelmez gitmeye kalkan kişiye söylenen ‘çok çabuk gidiyorsun’ anlamında bir deyim.)
Eskiden kibrit yokmuş. Ateş sönünce ateş küreği ile komşuya gidilir bir parça ateş alınırmış.
Ateş almak için komşuya geçen kadınlar kürekteki ateş sönmesin diye oturup çene çalamazlar ve acele ederlermiş.
Kapıdan içeri girmeyerek kısa bir konuşmadan sonra gitmek isteyen ziyaretçilere:
-Ateş almaya mı geldin? denmesi de işte bu devirlerden kalmadır.
ÇİL YAVRUSU GİBİ DAĞILMAK
(Topluluk halinde bulunan insanların hayvanların her birinin bir yana dağılması anlamında bir deyim.)
Keklik kuşunun bir adı da çildir. Tüylerindeki benekler yüzünden bu isim verilmiştir. Dişi keklik yavru çıkarınca onlarla hiç ilgilenmez kendi başlarına bırakır. Yumurtadan çıkan yavrular seke seke çevreye dağıldıklarından sözün buradan kaynaklandığı söylenebilir.
ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMAK
(Bilmediği işe yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyim.)
19.yüzyılda Fransız ressamlarından Delacroix Paris’te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş.
-Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.
-Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var.
-Pekiyi nasıl anladınız işiniz bu mu?
-Ben kunduracıyım çizme dikerim. deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam
-Bak dostum demiş sen kunduracısın çizmeden yukarı çıkma!
ÇAM DEVİRMEK POT KIRMAK
(Başkalarını kızdıracak üzecek gereksiz münasebetsiz söz söyleme anlamında bir deyim.)
Zengin bir adamın Göztepe Erenköy taraflarında sekiz on dönüm bahçeli büyük bir köşkü varmış.
Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş.
Eski binalar hep ahşap yapıldığı için gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş.
Bu tomrukların içinde çam gürgen meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı’ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş:
-Bir hızarcı bul bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir tahta ve kalas yaptır demiş.
Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı çam deviren uşak kalmış.


BİR ÇUVAL İNCİRİ BERBAT ETMEK
(Yanlış bir davranış veya sözle olumlu giden bir işi bozmak anlamında bir deyim.)
İncir satılmak üzere hazırlanırken içlerinde çürük kurtlu hastalıklı olanlar ayrılır. İyi ayıklanmaz da içlerinde kurtlu çürük olanlar kalırsa ötekileri de bozar çürütür.
İyi ayıklanmayan bir iki çürük incirin bir çuval inciri bozduğu gibi bir toplulukta bir kişinin ağzından çıkan münasebetsiz gereksiz bir söz de topluluğun neşesini kaçırır keyfini bozar.
BAL MUMU YAPIŞTIRMAK
(Yapılacak bir işi unutmamak için kullanılan mecazi bir deyim.)
Bizler mahalle mektebinde okurken kitapta dersimizin yarım kaldığı satırın başına nohut veya mercimek kadar bir balmumu yapıştırır ertesi ders oradan devam ederdik.
Bu balmumu dersimizin nerede kaldığını unutmamak için bir işaretti.
Günlük yaşamda da önemli olayları kastederek ’unutmamak için balmumu yapıştırdım’ sözünü mecazi olarak kullanırız.
ELİ KULAĞINDA
(Hemen az sonra beklenen işler için kullanılan bir deyim.)
İslamiyet’in ilk yıllarında ezan okunurken. Mekkeli müşrikler(inanmayanlar) alay ettikleri ve okuyanı şaşırttıkları için ilk müezzin Bilal Habeşi elleri ile kulaklarını tıkayarak okurdu. Birisi yanındakine ‘Ezan okundu mu?’ diye sorduğu zaman eğer ezan çok yakın ise diğeri şöyle cevap verir:’Hayır okunmadı ama eli kulağında’ Olması çok yakın işler için hemen eli kulağında gibi sözlerin kullanılması buradan kalmıştır.
DEVLET KUŞU KONMAK
(Deyimin kullanıldığı söz gelişi: Beklenmeyen büyük önemli kısmet; şans.)
Bir rivayete göre vaktiyle İran’da hükümdarlar öldüğü zaman bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur kimin başına konarsa o adam ülkeye hükümdar olurmuş.
Gerçi tarihte gerek İsa’dan önce İran’da yaşayan Medler ve Persler gerek İsa’dan sonra yaşayan kavimler zamanında böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği yerlere şans eseri gelenler için ‘başına devlet kuşu kondu’ denmesi yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa yerinde ve anlamlı bir sözdür.
DİMYAT’A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK
(Daha fazla kazanacağını daha iyisini elde edeceğini umarken elindekinden olmak anlamında bir deyim.)
Dimyat Mısır’da Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır’ın meşhur pirinçleri ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye’ye gelirdi.
Dimyad’a pirinç almaya giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdeniz’de Arap korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar.
Binbir müşkülât içinde Türkiye’ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul’dan kalkmış memleketi olan Karaman’a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. Dimyad’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak sözünün aslı buradan kalmıştır.
DOSTLAR ALIŞVERİŞTE GÖRSÜN
(Aslında doğru dürüst bir işle meşgul değilken öyleymiş gibi göstermek; boş durmamak için yapılan fazla kârı olmayan işler hakkında söylenen bir deyim.)
Nasreddin Hoca yumurtanın sekizini bir akçeye alır dokuzunu bir akçeye satarmış.
Hoca’nın bu acayip ticaretini görenler nedenini sormuşlar. Hoca da cevaben:
-Dostlar alışverişte görsün... demiş.


ÇATTIK BELAYA MÜSTEFİLATUN
(Çapraşık içinden çıkılması kolay olmayacağı anlaşılan bir durumla karşılaşıldığını anlatan bir deyim.)
Vaktiyle İzmir lisesinde edebiyat sınavına giren bir öğrenciden müstefilatun vezninde bir kelime söylemesini istemişler.
Çocuk düşünmüş bir türlü bulamamış. ‘Çattık belaya müstefilatun’ diye mırıldanıyormuş. Öğretmenlerden birinin kulağına gitmiş. ‘Ne dedin ne dedin? Bir daha söyle’ demiş. Zavallı öğrenci bir kabahat işlediğini sanarak: ‘Yok efendim ben bir şey demedim’ deyince gülmüşler: ‘Oğlum işte buldun (çattık belaya) kelimesi müstefilatun veznindedir.’ diye iyi not vermişler.
ATEŞ PAHASI
(Çok pahalı anlamında kullanılan bir deyim.)
Kanuni Sultan Süleyman adamlarıyla avlanmaya çıkmış. İstanbul çevresinde avlanırken oldukça uzaklaşmışlar. Hava birden bozmuş ve çok şiddetli bir yağmura tutulmuşlar. Islanmış ve üşümüş olarak bir kömürcü kulübesine sığınmışlar. Her ne kadar kendilerini tanıtmak istemeseler de kömürcü işi anlamış. Bunlara hemen bol ateş yakmış ısıtmış sıcak bir şeyler ikram etmiş. Gidecekleri sırada Sultan Süleyman kömürcüye ateş yaktığından dolayı kaç para borçları olduğunu sormuş. O da:
-‘Bin altın’ demiş.
Parayı çok fazla bulan veziri:
-‘Bu ateşin ücreti çok pahalı’ demesi üzerine padişah:
-‘Bu ateş deydi pahasını da verin’ demesi üzerine bu deyim ‘ateş pahası’ olarak dilimize yadigar kalmıştır.
EŞEK SUDAN GELİNCEYE KADAR DÖVMEK
(Adamakıllı dövmek anlamında kullanılan bir deyim.)
Balkan Harbi sıralarında cephedeki bir askeri birlikte su ihtiyacını her bölüğün saka neferleri temin ederdi.
O zamanlar mekkare katırlarından başka adına karanfil kolu denilen merkepli nakliye kolları da vardı. Her bölüğe de bir merkep tahsis edilmiş. Saka neferleri bu eşeklere yükledikleri fıçılarla ordugâha yarım saat uzaklıktaki bir pınardan su taşırlarmış.
Bölüklerden birisinin saka neferi çok saf ve tembel imiş. Bir gün pınar başında yatmış uyumuş. Eşek de çimenler üzerinde otlarken uzaklara gitmiş.
Uyandığı zaman akşam olmak üzere imiş. Merkebi aramış bulamamış. Koşarak bölüğe gelmiş. Susuzluktan kıvranan bölüğün çavuş ve onbaşıları sakayı yakaladıkları gibi bölük kumandanı alaylı yüzbaşının karşısına çıkarmışlar.
Çok sert ve aksi bir adam olan yüzbaşı saka neferini sorguya çekmiş. Neticede uyuduğunu ve eşeğini kaçırdığını öğrenince hemen etrafa atlılar çıkarıp eşeği aratmaya göndermiş. Sakayı da çadırın direğine bağlayıp başlamış dayak atmaya. Can acısı ile avaz avaz bağıran saka:
-Aman yüzbaşım ölüyorum bir daha uyumayacağım. Artık dövme! diye yalvardıkça yüzbaşı:
-Acele etme daha eşek bulunamadı. Eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyeceksin ki bir daha eşeğine sahip olup muharebe yerinde vazife başında uyumayacaksın... demiş

 


REKLAMLAR


Sitemiz, hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. Sitemiz, 5651 sayılı yasada tanımlanan yer sağlayıcı olarak hizmet vermektedir. İlgili yasaya göre, site yönetiminin hukuka aykırı içerikleri kontrol etme yükümlülüğü yoktur. Bu nedenle, sitemiz uyar ve kaldır prensibini benimsemiştir. Telif hakkına konu olan eserlerin yasal olmayan bir biçimde paylaşıldığını ve yasal haklarının çiğnendiğini düşünen hak sahipleri veya meslek birlikleri, sorucam@gmail.com mail adresinden bize ulaşabilirler. Şikayet yerinde görüldüğü takdirde ihlal olduğu düşünülen içerikler sitemizden kaldırılacaktır. Sitemiz hiçbir şekilde kar amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.